Parmak Ucundaki Zaman: Hayatın Dönüşüm Ritmi
Akşam saatleri… Eve yorgun bir şekilde geliyorsunuz. Mutfağa adım atmanızla birlikte başka bir enerji sizi sarıyor. En azından yemek yapmayı sevenlerimiz için bu böyle, değil mi?
Akşam saatleri… Eve yorgun bir şekilde geliyorsunuz. Mutfağa adım atmanızla birlikte başka bir enerji sizi sarıyor. En azından yemek yapmayı sevenlerimiz için bu böyle, değil mi?
Sabahları sessizliğe ve içimize dönmek için en güzel zaman. Güneş daha doğmadan, yeni başlayan günü karşılamak ve hayat bizi oraya buraya çekiştirmeden, kendimizle bir başbaşa kalmak adına… Bir hissin peşinden sürüklenmek adına… Veya bir hissin peşinden gitmek… Kovalamadan, acele etmeden Anda kalabilmek adına…
“Gençken potansiyeliniz sonsuzdur. Gençken her şeyi yapabilirsiniz. Einstein olabilirsiniz. DiMaggio olabilirsiniz. Sonra öyle bir yaşa gelirsiniz ki, ne olabileceğiniz yerini ne olduğunuza bırakır. Einstein değildiniz. Hiçbir şey değildiniz. İşte bu kötü bir an.”
Koca bir yazı daha geride bıraktık. Ne şanslıyız ki arkamıza atabildik. Demek ki hala yoldayız. Demek ki hala yola devam ediyoruz… Mevsimlerin döngüsüne, hayatın döngüsüne şahit olmaya devam ediyoruz — şükür ki —
Eminim siz de defalarca şahit olmuşsunuzdur; Özellikle dar çevrelerde, bir söylenti çıktığında, üzerine bir de konu ilgi çekmeye müsait bir konu ise, o haber kolaylıkla yayılır. Böylesi durumlarda, söylentinin muhatabının yapacağı en akıllıca iş, şüphesiz ki, bunu tiye almak olmalıdır. Fıkra bu ya(!)
Çok sevdiğim bir arkadaşımdan, geçtiğimiz yılbaşında, özenle hazırlanmış bir yılbaşı hediye kutusu almıştım. Bilinçli seçtiği iki müthiş kitap, şık bir defter ve en az onun kadar şık olan bir ajanda… Dolu dolu bir kutuydu.
Literatür sanatını önemsemeye ve keşfetmeye başladığım yıllardı. Edebiyat öğretmenim ile yaptığım sohbetlerden birinde, Pazar sabahları yayınlanan Yaşamdan Dakikalar programını izlememi önermişti. Sonraları müptelası olduğum bu programın sunucularından olan Nebil Özgentürk bir anekdot paylaşmıştı ki bugün hala hatırımda… Portekizli, dönemin diktatör lideri olan Salazar’ın halkının baskıcı yönetimine karşın isyan etmemesi adına faydalandığı 3F’i nasıl bir yöntem haline getirdiğini tarihten örneklerle somutlaştırıyordu. Football, Fado, Fiesta yani; futbol, kadın (karşı cins veya arzulanan) ve festival…
19. Yüzyıla ait bir efsaneye göre, Gerçek ve Yalan bir gün karşılaşırlar. Yalan, Gerçek’e; “Bugün muhteşem bir gün!” der. Gerçek, gökyüzüne bakıp iç çeker çünkü gün gerçekten de çok güzeldir. Birlikte biraz zaman geçirirler ve bir kuyuya varırlar. Yalan, Gerçek’e; “Su çok güzel, haydi birlikte yıkanalım.” der. Gerçek biraz şüphelidir, suyu kontrol eder ve sahiden de çok güzel olduğunu fark eder.
Adam bir gece rüya görür; upuzun bir kumsalda Tanrı ile beraber yürürken hayatı bir film şeridi gibi sahneleniyordur. Kumsal, hayat yolunun ta kendisidir. Kumsaldaki iki çift ayak izi dikkat çeker. Bir çiftin kendisine ait olduğunu bilir, diğer çiftin ise Tanrı’ya ait olması ona huzur veriyordur. Sükûnet içerisinde iken birden fark eder ki zaman zaman iki çift ayak izi, teke düşüyordur. Bu anlar; en tatsız, en zorlandığı zamanlara denk geliyordur ki bu anlarda yalnız olmak fikri adamın huzuru alıp götürür. Tanrı’ya sorar :
“Sahneye çıkmadan önce ritüellere başvurmam.” diye yazıyordu Amerikalı opera sanatçısı 2014’te kaleme aldığı otobiyografisinde. Ve devam ediyordu;
Aslı Şafak’ın, TEDx İstanbul’da (2020) dile getirdiği deyimiyle; insanın dünyaya getirdiği ilk ürünü olan kakası bizlere çok şey anlatıyor olmalıydı… Rengi, biçimi, kıvamı… İlk etapta, kulakta nüktedanlık uyandırsa da Bugün, ikinci beyin olarak tanımlanan bağırsak ve onun semeresi oldukça mühim bir konu.
Bu hafta sonu yeni bir yazar tanıdım. Yazar, yeni değil, tanışıklığım taze… Kitap şöyle başlıyor; “Öncelikle, bildiğim her şeyi gerçekten anaokulunda mı öğrendim ? Buna hala inanıyor muyum ?
Eknath Easwaran, Dhammapada çevirisinin girişinde şöyle yazıyor : “ Hayatın gerçekten nasıl olduğu hakkında, bir civcivin yumurtadan çıkmadan önce sahip olduğundan daha fazla bilgimiz yok. Heyecan ve depresyon, talih ve talihsizlik, zevk ve acı, var oluşun bütünü olarak kabul ettiğimiz küçük, özel, korunaklı bir alemdeki fırtınalardır.” -Korunaklı bir alem- tanımlaması her ne kadar bugüne kadar edindiğim düsturlar ile uyuşsa da devamında düşüncelerimde beliren boşlukları doldurmaya eğildikçe ürkütücü bulmuyor da değilim. Geçtiğimiz hafta New York Times, Scientific American reklam-vari bir o kadar da çarğıcı başlıkları ile kafaları kurcaladı.
“Eski ve yeni nesle hoş görünmek için çırpınmayan bir adamım. Zaten yaşım da beni o külfetlerden kurtarmaktadır. Ununu elemiş, eleğimi asmışım. Ne siyasi, ne de edebi bir istediğim kaldı. ...."
-Usta malzemeyi bilir. Bizi usta yapan, malzemeyi bilmektir. Çünkü malzemeyi bilmek, onu nasıl kullanacağını bilmek anlamına gelir. Neler yaratabileceğini, neler yaratamayacağını bilmek; Yapamayacaklarının, Seni yapacaklarına götürme yolculuğunu görebilmeyi becerebilmek demek...
Yüksek serotonin ve düşük oktopamin ! Buyursunlar, reçeteme yakından bakalım : İlk ‘canlıdan (-insandan da değil hani) bu yana mevcut olan doğal kimyasal oktopomin, ilk olarak bir ahtapotun tükürük bezlerinde tanım bulmuş. Beyindeki sinirsel aktivasyonları yöneterek hayatta kalmayı mümkün kılan doğal kimyasallardan… Hayatta kalmak deyince; bu her ne kadar canlılar perspektifinde bir kazanma halini ifade etse de insan özelinde, beklentilerimizin hayatta kalmanın oldukça ötesinde yer alıyor olmasını oldukça olağan buluyorum… Hangimiz hayatta kalmak ile yetiniriz ki ?
Mark Twain’in fevkalade bir sözü var; “Başımızı, bilmediklerimiz belaya sokmaz; emin olduğumuz ama aslında doğru olmayan şeyler sokar.” Ne erdemli bir kabul; İnanır mısınız ? Bilmediğimiz şeyler var… Ve dahası, Doğrusuna hizmet etmeyen yanlışlar biliyoruz.
Devran dediğin döner; Hayatın iniş, çıkışları olduğunu kabullenip, bunu yaşamayı reddedenlerden olmamak lazım. Hep kazanan tarafta olabilmek adına, Kazanan-mış’ı oynayanların, alkışçılarından çok kendilerini kandırdıklarına inanıyorum.
Shana Tova Dostlar; Bir bayramı daha sevgiyle, güzellikle uğurladık. Değerli eşimin Yahudi inancına muktedir olması sebebiyle, geçtiğimiz iki günü, 5784 yılının başlangıcı Roş Haşanah’ı hep beraber kutlayarak geride bıraktık. Birlikteliğimizin, kültürel bağlamda, iki kadim dinin kucaklayıcı anlayışında zenginleşiyor olması, geleneklerimizi birleştirip çoğaltmamıza imkan tanıyor. Deneyimleyen biri olarak söyleyebilirim ki bu, büyük bir şans.
Yıllar öncesinde Sezen Aksu albümünü çıkardığında, koyduğu ad ile -bence- çoğumuza, madalyonun iyi yüzünü düşündüren bir betimleme yapmıştı : Düğün ve Cenaze… Hayat bu iki uç arasında, gidip gelmekten ibaret diyordu, adeta. Ölüm’ün; giden için değil de kalanlar için bir mesele olduğu tarafına eğildiğimde, yaşamın kıymetine varmak için ihtiyacımız olan yegane dualite sağlayıcı olduğunu gözlemlemek, bana hiç de zor gelmiyordu.
Ölümü; Biz ruhların insan olup da dünya maddiyatına erişebilme makamını terk edişimizden ibaret görüyorum… Görevini yerine getirmiş olma… Büründüğün bedenin hakkından cayma… Her birimizin, meşrebine göre farklı tanımlamaları olabilir. Mensup olduğu farklı inançları olabilir. Algı, gerçekliktir. Dolayısıyla, birden fazla gerçeğe yer vardır. "Bu benimki (!) "
“Bir zamanlar bir derviş, uzun süre yolculuk ettikten sonra, yorgun argın bir köye varmış. Köylülere yatacak yer ve yemekleri olup olmadığını sormuş. Köylüler de “beyim biz fakiriz” deyip, Şakir’in çiftliğini göstermişler. Şakir bir sürü sığırları olan zengin bir adammış. Dervişi misafir etmiş.
Akışa teslim olan, sana gerçekleşecekleri müjdelercesine haber ediyordur aslında. Acele etme... Su yolunda akar...
Mevlana’nın ünlü deyişi der ki; "Zerzevatçı bağırır, sarraf bağırmaz, Eskici bağırır, antikacı bağırmaz, Söyleyecek sözü, fikri değerli olan bağırmaz, Bağıran düşünemez, düşünmeyen kavga eder…” Düşünen zihinlerin, kıymeti olmayan kavgalara girmeyeceği, tartışmasız bir gerçeklik olsa gerek.
“Evladım yormayacaksın! Güm diye atlarsan denizi yorarsın, denizin içindeki canlıları, her şeyi yorarsın. Denizden çıktın, iki dakika duracak, tuzlu suyun akmasına izin vereceksin. Sonra duş alacaksın, duşu alınca bekleyeceksin, su şöyle bir süzülecek. Su süzülmeden kurulanırsan havluyu yorarsın. Havluyu yorup çok ıslatırsan, bu sefer de havlu güneşi yorar. Yormayacaksın yani. Yorma!”
Genç, zeki kral; art arda gelen zaferlerinin tadını çıkarıyordur, ta ki en esaslı rakibiyle karşılaşıncaya dek. Artık yüzleşme vakti gelmiştir. Kral; komutanlarında, zorlu rakipleriyle karşılacak olmanın tedirginliğini sezer.
-Amma da takıyorsun (!) -Takmayın yahu! Bakınız; Geçtiğimiz haftasonunu bir eğitimde geçirdim, bir tür kişisel
Hey, benim paşa gönlüm! Yılları çürüttün mü? Bunca zaman sonunda, Kendini büyüttün mü?
Hayat mükemmel ? Değil mi ? Çok lezzetli yemekler yiyoruz, birbirinden farklı destinasyonlara doğru seyahatler ediyoruz, birlikte eğleniyor ve hayatın keyfini sürüyoruz; projeden projeye koşuyoruz, ödüller alıyoruz, alkışlanıyoruz.