Gri Yolculukçular

post-title


Günlerdir bu yazıyı yayınlamak için doğru zamanı bekliyordum. Cevabı ararken  düşündüm de: Doğru zaman ne zaman olacaktı?

Bekledikçe başka bir "olmaz" ile çakışacak, yeni bir tereddüt doğacak, bir bahaneye dönüşecekti. Aslında bu yüzden hayat beklemeye gelmezdi...

Geçen hafta değil, ondan önceki hafta sonu zihnimde yankılanan sorular beni bir arafın eşiğine taşıdı:
"Kimdim? Bu devasa labirentte gerçekten hangi yöne gidiyordum?"
Bu sorular, kesinliğin siyah ve beyazında birer mihenk taşı gibi parıldarken, aynı zamanda gri tonların gölgede kalan zarafetini de görmeye çağırıyordu.

Bunca zamandır inandığım bir şey vardı:

Siyah ve beyazın netliği kesinlikle bana güven veriyordu.

Hep grinin bir hikâye fısıldadığını, yaşamın karmaşık dokusunu açığa çıkardığı gerçeğini görmezden geldim.

Biliyorsunuz modern dünyada netlik bir erdem gibi yüceltiliyor. Biz keskin sınırlar çizen insanlar, hayatlarımızın anlam taşıdığına inanıyoruz.

Ancak son zamanlarda fark ettim ki bu netlik, düşünmeye duyulan korkuyu gizliyor da olabilirdi...

Siyah ya da beyaz olmak bir anlamda kolaydır; çünkü her iki taraf da kendi gerçekliğini mutlak bir doğrulukla dayatır. Ama ya gri olmak? İşte kesinlikle bunun cesaret istediğini düşünüyorum.

Gri, “Haklıysam ama yine de yanılıyorsam?” diye sorabilmektir.
Gri, kesinliğin maskesini düşürür ve sizi hayatın sahne arkasını keşfetmeye davet eder.

Griyi terk ettiğinizde, yaşamı “ya hep ya hiç” kutularına sıkıştırırsınız. Benimki belki de biraz böyleydi…

Siyah ve beyaz, doğruluk ve yanlışlık arasındaki savaşı temsil ederken, gri araya girer ve size sorar:
“Emin misin? Hayat bu kadar düz bir çizgi mi?”

Griye duyduğum özlemin buralarda başladığını varsayıyorum. Çünkü gri, belirsizliğin olduğu kadar derin düşünmenin, farklı bakış açılarının ve ironik bir mizahın da rengidir.

Grilik, “Hayatın kaotik doğasında belki de her şey mümkündür” demenin nazik bir yolu değil midir? Ve bize, siyah ve beyazın ötesinde bir dengenin mümkün olduğunu hatırlatmaz mı?

İşte tam da burada, düşüncenin felsefesini de devreye sokmak istiyorum.

Aristoteles’in altın ortası misali, zıtlıkların arasında dans eden bir dengeyi işaret etmeye gayret ediyorum:
Bir yandan grinin cazibesi, kendi içinde bir paradoks da taşır, bu doğru.

Sonsuz bir sorgulama, bizi eylemsizlikle de dondurabilir. Kararsızlığı tetikleyebilir, harekete geçmeyi engelleyebilir.

Bu yüzden siyah ve beyaz, bazen grinin rahat alanından çıkış noktaları sunar.
“Artık yeter, karar ver!” diye bağıran bu kutuplar, bizi hareket etmeye zorlar.

Ancak burada unutmamamız gereken şey, siyah ve beyazın yalnızca birer başlangıç noktası olduğudur. Çünkü hayat, siyah ve beyazın nihai bir çatışması değil, grinin derinliğinde var olan bir sonsuzluktur.

Belki de bu yüzden en büyük öğrenimler, “Emin misin?” sorusunun ardından gelir. Bu soruyu sorabilenler, kendilerini yeniden yaratma cesaretini bulurlar.

Hayatın sadece bir dizi keskin seçim olmadığını anlamamız gerek…

 Anlamakla kalmayıp, belirsizliğin içinde var olan bir büyü olduğunu da fark etmeliyiz.

Bu büyü, ironinin ve mizahın iç içe geçtiği, renklerin dans ettiği bir ustalık eseridir. Çünkü hayatı bu kadar derin ve anlamlı kılan şey, tek başına bir kesinlik değil, beraberinde belirsizliğin de güzelliğidir.

Bizler, sürekli değişen bir labirentte ilerlerken, siyah ve beyaz arasında bir denge arayan gri yolculukçularızdır belki, kim bilir...

Sevgilerimle,

E-Bülten

Aboneliği