Bir tablo düşünün… Bir bahçe resmedilmiş, bir adam kapıya elleri ile abanmış, içeriden bir yanıt bekliyor… Bu tablo 18. yüzyılda yaşamış ünlü İngiliz ressam William Holman Hunt’a ait... Londra Kraliyet Akademisi’nde sergilendiği sırada; resmedilen adamın vurduğu kapıda, kapı kolu olmaması sebebiyle, tablo birçok eleştiri alıyor. "Unuttunuz herhalde." diyor eleştirmen. Ressamın cevabı ise çarpıcı :
-Adam sıradan bir kapıya vurmuyor ki. Bu kapı insan
kalbinin kapısıdır. Ancak içeriden açılabilir. Dışarıdaki kapı
koluna ihtiyaç yok.
Zihnin hakimiyeti söz konusu olduğunda, zannediyorum, koca bir dünyaya gözlerimizi kapıyoruz, bir başkasına gözlerimizi açıyoruz. Kural arıyoruz, Matematik yapıyoruz, olur olmazları tartışıyoruz, hükümler veriyoruz... Israr edenlerimizin ise kimliği oluveriyor, bu hal... Bobby Fischer ile oynarcasına, düelloların içerisinde bulabiliyoruz kendimizi ve sonra bir cevap ile, başka bir dünyaya uyanıyoruz :
-Bu kapının, kapı koluna ihtiyacı yok ki...
Ve sonra... Sarsıntılar başlıyor, örülen duvarlar yıkılıyor... O güne kadar seni, sen yapan bilgi, alışkanlık, gelenek her ne ise o; Yerini, bir tatlı huzura bırakıyor. Kalbinin sesi ve o ses, yani niyetin; bilginin sana olmaz dedirttiklerini, olur kılıyor... Fark ediyorsun ki bildiğinden daha fazlasına sahipsin, daha güçlüsün... Direndiğin savaşlara, bu sefer tereddütsüzce, atılıyorsun... Evet, belki daha zor oluyor; ne de olsa, güvenli sularda değilsin artık... Daha derinlerde, dahasına yüzüyorsun. Niyetlerin, seni olman gereken yere götürüyor... Belki büyümen, belki de dönüşmen gereken yere... 'Ben her kapıyı çalarım.' Günümüz için, ne yazık ki, yeterli değil artık. 'Ben her kapıyı aralarım'ın da pek kifayetli olacağını sanmıyorum. Tercihen; ben, her kapıyı itmekten yanayım. Sadece bir hayatımız var; Benim de, senin de ve hoş olmayan tarafı şu ki;
-Kimimizin ne kadar zamanı var- bunu bilmek olasılık dahilinde değil...
Ben derim ki; bir kapı var ise kolu varmış, yokmuş bunu irdelemek yerine, ardında, muhakkak ki, var olan o yaşanacağa yüzümüzü dönelim ve sonuna kadar yaşayalım... Nazım Hikmet'in dizelerinden teyit alarak yazımı sonlandırmak istiyorum ve ölüm yıl dönümünde kendisini saygı ile anıyorum; "Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, yaşamak yanı ağır bastığından."
Sevgilerimle,