Yazmayı mümkün mertebe önemsiyorum. Büyük ölçüde kendime fonksiyonel fayda yarattığım bir alan. Zaman zaman yaşadıklarımdan referans alarak yola çıkıyorum, zaman zaman da yaşamaktan kaçındıklarımdan…Ama öyle veya böyle, benden çıkan cümlelerle kendimi tanımaya bir nebze daha yaklaşıyorum. Elinde çekiç olan her şeyi vida görür misali, kalem tutmayı tercih edenlere de bu gözle bakıyorum. Yansıtmaya yeltendiklerinden ziyade, satırlarına yansıyanı bulmaya gayret ediyorum… Kendiliğinden, öylece olan hallerini… Keza sohbetler de böyle değil midir ? Konuşmayı çok sevsem de, yeni birini tanımak, bana dinlemeyi önceliklendiriyor. Sorularımla, daha derinden bir anlatım gerçekleşmesine imkan yaratmayı seviyorum.
Geçtimiz günlerde Zülfü Livaneli, köşesinde, insan ilişkilerine değiniyordu. Kelime, kelime saptamış olduğu dinamiklerle, verilmek isteneni, doğru oturtmaya çalışıyordum. İnsanı, kurduğu ilişkileriyle sınıflandırıyordu Livaneli... Ve de bunu fevkalade yapıyordu… Kıssadan hisse, insanın değerinin insan oluşundan geldiğini vurguluyor ve insan-i kırılımlarımızın detaylarına doğru bizlere düşünme zemini yaratıyordu. Bir kaç okumanın sonrasında, insan olmanın altını bizler nasıl dolduruyoruz, sorusu zihnimde yerini buldu. Elbette ki yapılacak onca tespit vardı ancak kendimce; şu beşer şaşar olma halimize çok da sırtımızı yaslamamak gerektiğini düşünüyorum. Sahte prensipler yaratıp, bu prensiplerini karşılayan sahte maskeler üzerinden bir zamir yaratmak ve bunu devam ettirmek, bizleri ilişkiler penceresinden baktığımızda, sınıfta bırakıyor olacaktır. Gerçek tanımızı gözden geçirmemiz gerektiğine inanıyorum. Bazen öyle yoldan sapıyoruz ki biz bile kendi yalanlarımıza inanır oluyoruz. Dürüstçe ama önce kendimize dürüstçe yaklaşarak yaşam döngülerimize dahil ettiğimiz nedenlerimizin sonuçlarını bu kaide ile göğüslemek ve sahiplenmek ‘ben’ olabilmenin temelini oluşturuyor. Her ne kadar çıplaklık, sert gelse de yaşanmış olmasıyla bir katma değer doğuruyor. En acı gerçeği, en tatlı palavraya tercih ediyorum.
İbni Haldun’un tabiriyle; kabile asaletinin gölgesinde kendine yer, yön bulanları bir yere kadar anlayabiliyorum ancak bir yerden sonra bireyin kendini gerçekleştirebildiği bir yolculukta, kendi asıl kimliğini yaşatabilmesi ve taşıyabilmesi gerekiyor.
Aksi, koca bir yoksunluk. Ne kötü ki özellikle de kendini eğitimli, entellektüel olarak resmeden kimselerin benlikleriyle arasındaki mesafe gittikçe genişliyor. Zamanın ruhuyla lupenleşen zamane modernizmi…Görünen ile görünmeyen arasındaki pergel açıldıkça, insan kendinden ayrı düşüyor. Belki kendini bulamayışın verdiği bir gaflet ile yalana sarılıyor belki de uzakta tuttuğu özüyle yalansız bir araya gelemiyor.
Bütün bu zihinsel jimnastiğin üzerine, oyunu bir hatırlayalım. Doğruluk mu, cesaret mi, diye soracak olursak, zannediyorum yaşanmışlıklarla beraber, cesaret cevabını vermek giderek zorlaşıyor. Çünkü biliriz. Cesaretli olana muamele farklıdır. Cesur olan, cesurluğuyla, çevresindeki cesur olamayanları işaret eder. Bu etiketlemeye rağmen cesareti seçenlerimiz beraberinde de doğruluğu seçtiğini biliyorlar mı, bilmiyorum ama bugünün şartlarında, doğruları konuşmak en büyük cesaret örneği olmalı diye düşünüyorum. Şarkıda da dediği gibi; ben böyleyim, bir an bile vazgeçmedim kendi yolumdan!
Kendi yolumuzda, kendi seçimlerimizle ilerleyebilmek dileğiyle.
Sevgilerimle,