Bırakın Kaybolun!
Resti çekiyorum arkadaş! Neye mi?
Yıl 1974… Garson Kanin’in Hollywood anılarından bir kesit… “IrvingPaul Lazar bir keresinde Jack L. Warner’a bir oyun satmak istiyordu. Onunla uzun bir toplantım vardı bugün, diye başlıyor söze Lazar… “Ama ona söyleyemedim, konuyu bile açmadım.” “Ben de iyi ama neden” diye sordum diyor Kanin... “Çünkü önümüzdeki değil, ondan sonraki hafta sonunu, yani Palm Spring’e gidişimi bekleyeceğim.”
Aydın Boysan; bir kitabında, orta halli bir Amerikalı, kendi ülkesinin geleceğinden çok, dünyanın geleceğini merak eder, dünyanın geleceğine değin endişe duyar, diye yazmıştı. Neden? Çünkü, bir Amerikalı kendi ülkesinin geleceğine güvenle bakıyordu… Bununla beraber hepimiz biliyoruz ki, O meşhur mit misali; Amerika’da bir kelebek kanat çırpar ve o, tüm dünyanın rüzgarını belirleyebilir veya belirler… Amerikan seçimlerinin, yeni gelişmelerle, sıcak gündemde yer aldığı şu günlerde,
Arşivlere bakarsam net tarihini de bulurum ancak anımsadığım kadarıyla 2010 senesiydi. Değerli babam Capital gazetesinde bir makale okumuştu. Benden Sonra Devam… Garanti Bankası eski Genel Müdürü Akın Öngör’ün felsefesi onu çok etkilemiş olacak ki o gün, yani makaleyi okuduğu gün, bir kitapevinden kitabı satın almış ve odamdaki masama okuyayım diye bırakmıştı.
Henüz vakit varken, gülüm... Paris yanıp yıkılmadan, henüz vakit varken, gülüm... yüreğim dalındayken henüz, ben bir gece, şu Mayıs gecelerinden biri... Volter Rıhtımı’nda dayayıp seni duvara, öpmeliyim ağzından...
Asırlar öncesinde Miletli Thales’e sormuşlar: “Sana göre dünyada biricik, devamlı olan şey nedir?” “Ümit” diye cevap vermiş filozof: “Zira bizi en son bırakan budur.” İstanbul muazzam bir etkinliğe ev sahibeliği yaptı. Ben de bu etkinlikte yer aldım ve birbirinden güzel insanlarla sohbet etme şansını yakaladım.
19. yüzyılda, Fransız ressamlarından Eugéne Delacroix Paris’te bir resim sergisi açar. Sergiyi ziyarete gelen bir misafir, daha sonraları çizmeyi aşma deyiminin doğumuna ilham olacak olan şövalye tablosunun önünde uzunca bir vakit geçirir. Nihayetinde beğenmediğini belirten bir ifade ile başını iki yana doğru sallar. Bu ana şahit olan ressam Delacroix ziyaretçinin yanına gelerek;
-Her şey rağmen mutluluk var mı? -Olmaz mı? Mutluluk eşittir mücadele. Yani mücadele olmasa, tek başına, böyle bir mutluluk olmaz ki. Mutluluk, sürekli bir mücadele demek. Mutluluk, bir şeyleri alt etmeye çalışmak demek. Mutluluk, her defasında karşınıza koyulan engelleri, duvarları; kafa atarak aşabilmek demek. Bunları yaptığınız zaman mutlusunuz zaten. Hiçbir şey yapmadan, oturduğunuz yerde, ne mutlu olabilirsiniz ne de mutsuz…
“25 yıl boyunca her gün insanlarla konuştum. Bu süreçte, insanlık deneyimimizde ortak bir payda olduğunu öğrendim. Her röportajda yeniden keşfettiğim bu ortak payda, hepimizin kabul görme isteği. Anlaşılmak ve onaylanmak istiyoruz. Kariyerim boyunca 35 binden fazla röportaj yaptım. Kamera kapandığı anda herkes şunu soruyor: ‘İyi miydim?’ Bunu Başkan Bush’tan da, Başkan Obama’dan da, kahramanlardan da, ev hanımlarından da duydum. Kurbanlardan ve suç işleyenlerden de. Beyonce’dan da…Hepsi şunu bilmek istiyor: ‘İyi miydi?’"
-Meleklerin kanatları vardır, derler. Uçarlar, çünkü; kendilerini hafife almayı öğrenmişlerdir… Ben de öğrendim. Hem de öyle iyi öğrendim ki… Hiçbir zaman -Ben- diye cümleye başlayanlardan olmadım. Ben, deyip de anlatacak çok şeyim olmasına rağmen sustum. Susarak ayrışmayı yeğledim. Ayrışmayı ve kendimi, sessizliğin sesi olduğunu bilenlere, deneyimlemişlere duyurmak istedim. Duyanlar da oldu, biliyorum. Ben sustukça, onlar beni dinledi… Onlar dinledikçe muhabbet oldu. Böyle böyle ağırlıklarımızdan sıyrıldık. Böyle böyle uçmaya yeltenme cesareti bulduk. Sadece kanatlarımıza güvenseydik, tevazunun uzağında bir yerlerde, tüylerimizi kabartır gösterişin kölesi olurduk. Olmadık. Hafife almayı bildik…
“On beş yaşında kalbimi öğrenmeye verdim. Otuz yaşında ayaklarımı sıkıca yere bastım. Kırk yaşında şüphelerden uzaklaştım. Elli yaşında göğün emrini öğrendim. Altmış yaşında sezgi yoluyla her şeyi kavradım. Yetmiş yaşımda doğru olan şeylere zarar vermeden kalbimin isteklerini yerine getirebildim.”
-Sahiden nedir bu gerçek ? Bu sorunun cevabını bilmiyorum ama çoğumuzun bu karın ağrısının peşinden gittiği bir yolculukta olduğunu biliyorum. Benimsediğimiz zihin yapısını, kimi zaman farklı fikirlerle besleyerek kimi zaman da inandığımızın peşinden sürükleyerek diri tutmanın bir duruş ifade ettiğine inanıyorum. Bir düşünceden başka düşünceye teslim olan zihin, bir yerden başka bir yere varırken de noktaları birleştirmede antrenmanlı oluyor.
Herkesin çatalın ucunda ne olduğunu gördüğü, donmuş bir an. Asla unutamayacağınız bir ziyafet.” William S. Burroughs’un Naked Lunch adlı romanında öne çıkmış olan bu satırlar zihnimde adeta bir perdeyi aralar gibiydi : İnsanın, olduğunu zannettiği sosyal kimliğin bir an için dışına düşmesi, sahip olduğu düsturun aslında sahibi değil tutsağı olduğunu keşfetmesi, giydiği rolden yorulup doğalını açık etmesi, tanış olmak durumunda kaldığı öznel açıklık ile bir ilişki başlatması. Bir nevi çıplaklık hali. İstenerek soyunulmamış da dikişlerinden ilmek ilmek sökülmüş gibi daha çok…
2024’e bir merhaba… Kelimelerin kökenlerini araştırmaya, öğrenmeye oldukça merak duyuyorum. Yıllar öncesinde ‘merhaba’nın anlamını keşfettiğimde oldukça etkilenmiştim: ‘Ben zararsızım, senin dostunum’ anlamını taşıdığını bilmek, bu tanışma ritüeline benim için bambaşka bir mana katmıştı. Hatta tokalaşmanın da ‘Bak (!) elimde silah yok, ellerim boş’ demenin bir başka yolu olmasını çokça ilginç bulmuştum.
“Bir sabah uyandığımda cibinliğin ağında tek bir sivrisinek olduğunu ve en az on kere ısırıldığımı fark ettim. Dalai Lama’nın söylediği bir şey aklıma geldi : “Fark yaratamayacak kadar küçük olduğunu düşünüyorsan bir sivrisinek ile uyumayı dene.” -En küçüğü bile huzurumuzu bozabilir. Son bir kaç haftadır, olumsuzluk üzerine çalışıyorum. Olumlu bakabilmeyi bir nebze daha keşfedebilmek adına… Ve gözlemledim ki ; Hayatımızda cereyan eden ufak pozitif var oluşları görmeye meyilli değiliz… Halbuki…
Havuç ve patates soyulur, minik minik küp doğranır. Bezelye, havuç, patates kaynatılır, sebzeler hafif yumuşayınca suyu süzdürülür. Karıştırma kabına alınır ve diğer malzemelerde eklenir iyice karıştırılır. Bu tarif,
Güzel sanatların herhangi bir dalında yaratıcılığı olan, yapıtlar veren kimselerin; aynı zamanda, iç dünyalarına erişebileceğim kayıtlarının olmasını ve o izlerin peşinden gidebiliyor olmayı oldukça kıymetli buluyorum. Vincent van Gogh, benim için, bu isimlerin başlıcalarından… Ardında bıraktığı mektuplarla, neredeyse, günlük eylemlerine dahi erişebiliyor olmanın sıcaklığı ile orta derin ve derin meselelerine bile hakim olmanın mümkünlüğü dahilinde ‘tanışık’ hissedebiliyor olmak işten bile değil.
“Aynı kişi olmanı bekliyorlar : Aynı düşman. Aynı sevgili. Aynı çocuk. Aynı yazar. Aynı isyancı. Aynı çizer. Aynı amatör. Aynı tanıdık. Aynı yabancı. Seni ‘öyle’ tanımış olanlar, seni hep ‘öyle’ görmek istiyor : Halbuki eski düşmanların bile en temel stratejik hatasıdır ‘seni hala -o- kişi sanmaları’.” demiş Ozan Önen… Hiçbir insan durduk yere değişmiyor.
Öz benliklerinde özgürlüğü tadamamış bireylerin, başkaca kılıkların içerisinde sahte tatminler yaratmaya meyilli olduğunu düşünüyorum. Çok sevdiğim bir söz var : "Kendi çöplüğünde mutlu olan, başkasının çöplüğünü karıştırmaz." Çöplüğümüzde mutlu olmayı; bireysel özgürlüğümüze sahip olup, olmamakla ilişkili bulurum.
Bir Woody Allen hayranıyım. Hayatı görebilen ve gördükleri üzerinden üretim sağlayabilenlere hayranlık duyuyorum. Sırf bu yüzden defalarca, yeni yine yeniden izlediğim filmler var;
Oldukça ilgimi çeken bir tespit oldu : Kitabında; “Kaynayan su; bir patatesi yumuşatırken, bir yumurtayı sertleştirir. / …Patates veya yumurta olmayı kontrol edemezsiniz…” söylemlerine yer veren James Clear’dan söz etmek istiyorum.
Platon’un bir deyişi vardır : “Çoğu insan cehaletiyle rahat etmekle kalmaz, aynı zamanda onu işaret eden herkese düşman olur.” Bu söylemi, mağara alegorisinden doğan bir mana taşır. (Sokrates) İnsanoğlu’nun bağlı olduğu ufak ufak kümeleşen öbeklerin doğrularına, sorgulamadan, nasıl da sıkı sıkıya bağlı olduğunu gösteren bu sembolizasyonu, mağara örneklemi ile, bizlerin gözleri önüne serer.
Bir bilgeye sormuşlar ; “Zehir nedir ? “ “İhtiyacımızdan fazla olan her şey zehirdir. Fazla güç, fazla dinlenmek, fazla yiyecek, fazla ihtiras, fazla öfke, fazla sakinlik, fazla neşe veya nefret ve hatta fazla iyi niyet…”
Yılını tam olarak hatırlamıyorum. Açıkçası dönüp bakma gayretinde bulunmadım bile “İdare edemem anne” küçük bir çocuğun milyonlara malzeme, dillere de pelesenk olmuş yakarışı haline gelmişti…
Yol yoldur, her yere çıkar. Gidersin de, dönersin de. Bir çıkışı son yapacak, geri dönülmez bir sapak olduğuna inanmıyorum. Girdiğin gibi çıkarsın, çıktığın gibi de devam edersin. Hem de fevkalade edersin…
“Bırakın büyük cümleleri cahiller kursun.” demiş Epiktetos. Bilgilerimiz zamanla yarışa dursun, cahilliği de bir gözden geçirmek gerekecek zannediyorum ki… Bir yandan da; günün cahilini tanımlamaya kalkışmak, bugünün perspektifinden oldukça güç olacağı gibi, yarına hizmet etmeyen nafile bir çaba olarak kalacaktır.
İşte benim en sevdiğim bölüme geldik... En çok kendimi bulduğum... En çok içime sinen... Bir kelimeden çok, bir tavır, bir duruş...
Yakın geçmişte, sevdiğim adama; -Evet, diyerek onunla sürdürüyor olmaktan keyif aldığım hayata, resmiyette de, niyetimi beyan etmiş oldum. Ve bu büyük ‘Evet’ beni diğer kabullerime doğru düşünmeye itti.
Çok beğendiğim bir anekdot var : 1506 yılında Frankfurt'ta gerçekleşmiştir. Bu hikaye, değerlerimizi ve hayatımızın neresinde tuttuğumuzu sorgulatır. Bir tüccar,
Bir tablo düşünün… Bir bahçe resmedilmiş, Bir adam kapıya elleri ile abanmış, içeriden bir yanıt bekliyor…
"Mustafa Kemal Paşa; Adana’dan 13 Kasım 1918 günü öğle saatlerinde trenle İstanbul’a gelir ve Haydarpaşa Garı’ndan bindiği ‘Kartal’ istimbotuyla Galata’ya doğru giderken, 55 parçalık işgal donanmasının arasından geçer.
Rick: “Dün gece neredeydin?” Ilsa: “Üstünden çok zaman geçti, hatırlamıyorum.” Rick: “Seni bu gece görebilecek miyim?” Ilsa: “Asla o kadar uzun vadeli planlar yapmam.”
"Bir gün Atina pazar yerinde birileri Sokrates’e hakaretler ediyor: Sen bir alçaksın, cahilsin ve içki içicisin” diye. Sokrates, başını sallayarak cevap vermez sadece gülümser. Zengin bir aristokrat, bu sahneyi izlerken ona,“Böyle hakaretlere nasıl tahammül ediyorsunuz? Kendinizi kötü hissetmiyor musunuz?” diye sorar.
...Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin ? İşin kolayına kaçmadan ama... ...Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin ? 1961 yazı ortalarında Küba’nın resmini yapabilir misin
Marifet soruda mı, cevapta mı (?) derseniz; kuvvetle yanıtlarım ki : Soruda... Soruların misyonunun, bir cevap almaktan öte bir yerde konumlandığına inanıyorum. Zihnimizde kendini var eden her soru işareti, bizleri sorgulamaya, düşünmeye itiyor, hatta belki de değişmeye zorluyor.
"Ben bir katedral inşa ediyorum!" Tabii ki bu beyan, tarafıma ait bir beyan değil. Ünlü bir hikaye...
Bu hikayeyi duymuş muydunuz, bilmiyorum. Emin olmak için hikayenin alıntısı ile başlıyorum yazıma : "Aynı trenle geziye çıkan iki adam yolda arkadaş olur. İkisinin de gideceği yer aynıdır ve yolculuk bir hafta sürecektir. Nihayet yedi günün sonunda yolculuk bitmiş ayrılma vakti gelmiştir. Trene binen ilk yolcu öbür yolcuya der ki:
-Şşş tamam bir şey yok, geçti… Geçmedi. Nasıl geçsin… Daha şimdi olmadı mı zaten ?
Ne muazzam bir masaldır : Alice Harikalar Diyarında Geçtiğimiz günlerde, Feride Petilon'un yazısını paylaştı sevgilim benimle; başlığı, Alice Harikalar Diyarında... Satırlarda ilerlerken, biz yetişkinlerin masalları hafife almaması gerektiğinin bir kez daha farkına vardım.
"Hayvan sürüleri kalabalıklaştıkça akıllanır; insanlar ise, kalabalıklaştıkça aptallaşır." demiş Cars Gustav Jung : Hepimizin malumu, Durum budur dostlar...
“Benim hem yollarım, hem sözlerim, hem de konuşan gözlerim var. Hürüm ! Özel olduğumdan değil, çekip gittiğimden değil, dedim ya; Ben özgürüm!“
Bazen insan bildiklerini işitmek, inandıklarını okumak ister. Bu; bir nevi, kendi kendini ispat vazifesi görür, ufak çaplı bir tatmin yaratır. Beni bu paylaşıma iten, buna benzer bir hissiyatla okuduğum bir Richard Feynman makalesiydi. Feynman bir teorik fizikçi, Nobel ödüllü. Bahsettiğim makalenin içeriği ise -Nasıl Çok Yönlü Bir Hayat Yaşarız’ı- konu alıyor :
Yazmak, benim olmazsa olmazım. Kendimle yüzleşebilmek adına, fonksiyonel faydayı bu alanda oldukça deneyimliyorum, demem mümkün. kimi zaman yaşadıklarımın, inandıklarımın altını çizmemde bana yardımcı olur, kimi zaman da yaşayamadıklarıma duyduğum özlemi gidermem de... Hatta kelimelere döktükçe fark ederim neyin, ne olduğunu... Kendimin ne olduğunu…